23 Ekim 2010 Cumartesi

BAD RELIGION – The Dissent Of Men

Bad Religion hakkında daha ne yazabilirim ki. Punk ortamının Iron Maiden’ı ( grupta 3 gitarist var ) diyebiliriz mesela? Orjinal kadronun yeniden bir araya geldiği The Process Of Belief’ten beri eski parlak günlerine döndüklerini yazabiliriz. Vokalci Greg Graffin ( kendisine kısaca “baba” diyebilirsiniz )’in akademisyen Steve Olson ile yazdığı “Anarchy Evolution: Faith, Science, and Bad Religion in a World Without God” adlı kitabın aslında metalkafaların sandığı gibi punk’ın nostaljik bir “geçmiş zaman hikayesi” olmadığını, hala değiştirme ve dönültürme görevine devam ettiğinin kanıtı olduğunu söyleyebiliriz. Tıpkı AC/DC gibi, yıllardır aynı formülle şarkı yapmalarına ve kendi eskilerinden araklamaktan hiç çekinmemelerine ( Unleashed sendromu ) bakarak artık yaşayan efsaneler arasında sayılabileceklerini yazabiliriz. “Hala neden Türkiye’ye gelmedi lan bu herifler” diyebiliriz ( ki elemanların İstanbul’u acaip merak ettiklerini biliyoruz ). Bunları not alıp, The Dissent Of Man’e geçelim. Bildiğimiz gibi, ömrü ara akımların ve trendlerin ömründen uzun olan grupların bir özelliği vardır; trendler bu gruplar el attığında o grubun ruhuna bürünür, onları değiştirmez.. Mesela Sick Of It All bir numetal bestesi yaptığında duyduğunuz yine Sick Of It All’dur, başka bir gruba benzemez ( bkz. Yours Truly albümü ). Monica Bellucci’ye çuval da giydirseniz önce giydiği çuvala değil, dudaklarına bakarsınız. Olmadı. Neyse. Bad Religion, 1983 tarihli Suffer’dan beri aynı formülü kullanmasına rağmen hala kendini dinletiyorsa sırrı burada yatmaktadır. Suffer, No Control, Against The Grain gibi ancak taklidi yapılabilecek klasiklerden sonra BR’da tıkandı, tıkanması da çok normaldi. Ayrılıklar, kavgalar derken grup birçok defa dağılmanın eşiğine geldi ama her seferinde ortalamanın üzerinde bir albümle geri dönmeyi de bildi. Grunge çağını midtempo albümlere hafif hafif alternatifrok sosu katarak ( Stranger Than Fiction ) , Neo-punkçı Offspring-Greenday çağını bol “lalalala”lı singalong bestelerle vokali bi sesçik yükseğe çekerek ( The Gray Race, No Substance ), metalcore’dan screamo’ya her tür ekstrem aksiyonun punk köklü müzikleri ele geçirdiği dönemi üç gitaristle groovy metalkor riflerini melodik punk rak şarkılarının stratejik noktalarına katarak ( New Maps Of Hell, Empire Strikes Back ) atlatmayı başardı. 90’ların başında sadece ölmüş bir türün bayrak grubu olarak biliniyorlardı, bugün herkesin saygı duyduğu bir efsaneler. Fakat şu an fark ettim ki The Dissent Of Man’e geçelim dediğim andan beri henüz albüme dair tek kelime bile etmemişiz, paso efsane mefsane geyiği, grubu metalciye sevdirme çabaları, yazıştayız kısacası.. Aferin. Albüm tıpkı diğer BR albümleri gibi hızlı açılıyor. İlk şarkı için “risksiz, başarılı, tipik BR bestesi” diyebiliriz. “Only Rain”den itibaren anlıyoruz ki BR “Recipe For Hate” günlerini özlemiş, midtempo, sakin vokalli punk rock besteleri ve duygu dolu basit temiz sololar. Hele ki dördüncü şarkının solosundan itibaren “aa rakınrol??” tepkisi verirseniz hiç şaşırmayın. “Post-post modernizm” çağında tüm eğlence sektöründe “retro” kelimesinin en çok kullanıldığı, birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan bu günlerde BR, 50’lerin 60’ların rock n roll numaralarını yedirmiş albümün tam ortasına. Herhalde geçtiğimiz yıl onlar da benim gibi bol bol Teenage Bottlerocket, The Gaslight Anthem ve Calabrese dinlediler  . Ya da şöyle diyelim; gruba dönüşü “Olm valla her istediğimi dayatmıycam lan” cümlesine dayanan Greg babanın country ve rakabili aşkı yavaşça grubu ele geçiriyor. İkinci bir ayrılığa sebep olur mu, önümüzdeki maçlarda görücez. Orjinal kadronun yeniden toplandığı dönemin en yumuşak ve en çok geçmişe dönük albümü bu. Bir nevi orjinal kadro kendi “The Process Of Belief”ini kaydetmiş desek yeridir. müthiş duygusallığı ve sözleriyle “Only Rain”, eskilerden bir klasiğin neredeyse birebir kopyası olan “Won’t Somebody”, açılışta yer alan ve “işte yeni bir BR albümü dinliyorum” dedirten “The Day That The Earth..” ve “Turn Your Back On Me” şimdilik en sevdiklerim. Ama ne de olsa ormanda bir BR albümü tüm basit formülüne rağmen her dinleyişte farklı şarkılarını sevdirmesiyle bilinir.. Bir klasik olmayacak, yılın albümleri listesine girmeyecek, muhtemelen en önemli albümlerinin yanında vasat kalacak. Yine de ne zaman canınız çekse sonuna kadar dinlenecek bir albüm yapmış adamlar.

Ha bu arada “Wont Somebody”den bahsedince hatırladım; BR fanı olmanın en zevkli yanlarından biri de benim için “yeni şarkıların hangi eski klasiklerin upgrade’i olduğunu bulmaca” oynamak. Tabii bu eskiden BR’a “çocuk grubu” muamelesi yapıp sonra 2000’li yıllarda OLGUNLAŞINCA “biz çok severdik zaten yaa” ayağına yatanların oynaması yasak olan bir oyun. Oynarken yakalarsam döner tekme atarım, uçan yepçekle yakarım. Bu kişiler bana antetli kağıtla mektup yazacak ve ortamlarda günah çıkarma cümlesi olarak kullanmaları gereken replikleri yazılı olarak alacak ( bkz. “abi değerini bilemedik”, “abi her şarkısı birbirine benziyo dediklerinde ben punk diye dandik sandım neblim” ). Dağılın. Şaka lan dağılmayın ben ne anlarım yepcekten antetten. Hiyaa! Unagi! ( tribute to Ross Geller ) Taam taam bitti nokta. Git burdan. Svazzzzzşrek! ( ninca yıldızı efektisi ). Hemırtaym. Ays ays beybi.

HEART – Red Velvet Car

Şimdi bu blogda Heart’ın ne işi var diyebilirsiniz. Var kardeşim, işi var. Değeri bu memlekette bi türlü bilinmeyen sevdiğim her grubu burada okuyabileceksiniz. Bu türün adamları bu grubu yeteri kadar yazmadığı için Heart’ı bile burada okuyacaksınız, o kadar. Ben çocuktum, daha müziği daha yeni yeni keşfediyordum ki Brigade albümüyle tanıştım; onlarsa benim doğduğum yıl Dreamboat Annie’yi çıkarmışlardı. Ben “All I Wanna Do Is...” ( Şebnem Ferah coverlardı eskiden bu şarkıyı ) ve “Stranded” ile tanıştığımda onlar zaten hepsi 70’lerde platinyum plak alacak kadar satmış beş tane rock klasiğine imza atmıştı. Tesadüfen paso acid şarkılarının çalındığ Ömer Karaca’nın sunduğuı bir pop programında gruptaki kız kardeşlerin hayat hikayesini de öğrenince gaza gelip bütün eski albümlerini buldum ve o günden sonra da onları dinlemeyi hiç bırakmadım. İşin komiği herkes onları zamanın tozunda kaybolup gitti zannederken onlar hep ara ara yokladılar bizi. Hiç değeri bilinmemiş, bir klasik olmasa da ortalamanın hayli üstünde olan “Jupiters Darling”i çıkardılar. Arada live albümlere imza attılar sırf “bak biz hala ful çekiyoruz ama haberiniz yok” demek için ( The Road Home’u mutlaka dinleyin ya da seyredin ). Bir iki ritim gitar partisyonu dışında geri kalanı akustik olarak kaydedilen “Red Velvet Car” ise Jupiter’den sonra çok çok ileri bir adım. Açılışta yer alan “there You Go” tam giriş giriş parçası. Ardından gelen WTF ( albümde elektrikli tek şarkı ), Queen City ve Hey You ise bence albümün en iyi şarkıları. Kapanışa doğru sıralanan Sand ve Sunflower’da artık kimsenin ful albüm dinlemediği bir çağda hala eski başarılı formülü ( en iyi şarkılardan en az birini kapanışa bırakarak damakta doyumsuz tat bırakmaca ) uygulayan ustalar olduğunu gösteriyor. Bir kere özellikle Wilson kardeşlerin vokal performansı mükemmel. Geri kalan ekip ise işini yapmakla meşgul zira orjinal kadrodan geriye bi tek onlar kalmış durumda. Neredeyse her bestenin ayrı ayrı birer hit potansiyeli taşıması ve her birinin daha ilk dinleyişten sonra dilinize dolanması ise Wilson kardeşlerin hala nasıl bir aşk ile müzik yaptıklarının en güzel kanıtı. Tabii ki ticari anlamda canlı kaydedilmiş akustik bir albüm çıkararak tornadan geçmiş soundlara alışık kulaklara sırtlarını dönmeleri de ayrı bir tebrik sebebi. Çünkü Heart, bu şekilde de hala dimdik ayakta, sorun çoğu insanın bunu görmüyor olması  Bu müziğin saf rock kısmıyla bir bağınız var ise mutlaka dinleyin. Bana “Abi Heart yazmışın yeaa” diye gelenlere bozuk soslu Kızılkayalar burger ısmarlarım, birasına yoğurt katarım, fındıklı votkasına acı biber atarım.

HAIL OF BULLETS – On Divine Winds

İşte death metal’in ikinci baharının gerçek sorumluları geri göndü. Pestilence ve Asphyx’den hatırladığımız o kusursuz ( daha doğrusu tam da death metale yakışacak kadar kusurlu ve hastalıklı ) ve özgün vokaliyle Martin Von Drunen ve Gorefest’in projeden projeye koşan davulcusu Ed Warby’nin çocuğu olan HOB, ikinci albümüyle ilk albümü fersah fersah aşarak çok daha kaliteli bir işe imza atmış. Evet acılı introlar, minör notalarla süslü doom rifleri ( hatta ilk iki Gorefest albümünü andıran leadler bile mevcut ki bu albümde leadlerin unutulmayacak güzellikte olduğunu eklemeliyim ) üstünde gezen gaz nakaratlar yine var; hatta konsept de bu sefer Pasifik’teki Japon – ABD savaşını anlatıyor. Fakat bu sefer çok acaip bir şey başarmış adamlar; bu albüm inanılmaz kolay anlaşılabilen, dinlenebilen ve algılanabilen akılda kalıcı hitlerle dolu bir şaheser. Fanlar şimdiden Operation Z, Gualdalcanal gibi şarkıları klasik ilan etti fakat benim kişisel favorilerim ise kapanışta arka arkaya yer alan Kamikaze ve To Bear The Unbearable. Birisi “gençleri death metale kazanma kılavuzu” diye bir şey var mı diye sorarsa, vereceğiniz ilk cevap bu albüm olmalı. Eğer bir insan herşeyiyle death metali sevecekse, bunu anlamanın tek yolu bu albümü dinletmek kısacası. Dan Swanö ve Ed Warby’nin hünerli ellerinde kaydedilen albümün çok başarılı kotarılmış bütünlüklü bir soundu var, bu konuda da bir adım öteye geçilmiş diyebiliriz. Gerçi özellikle eski klasik dm soundunu sevenler HOB’a burun kıvıracak kadar eski kafalı olabiliyor bazen ama onları o nostaljik talepleriyle başbaşa bırakarak bu müziği “güncelleştiren” ve yaşamasını sağlayan HOB’a şapka çıkarmaya devam ediyoruz. Özellikle teknik death/grind gruplarının bitmek bilmeyen kompozisyonlarından; yeraltından fışkıran oldskull retro gruplarının Autopsy rifflerini tekrar tekrar araklamasından bıktıysanız ve hala, bıkmadan, ısrarla klasik death metali modern bir soundla ve yaklaşımla retro, teknik gibi ekler olmadan icra eden Hail Of Bullets’a mutlaka kulak vermelisiniz. Bana kalırsa yılın en iyi on albümünden biri, ilk üçün de bankosudur.

SPIRITUAL BEGGARS – Return To Zero

Carcass’ın efsane gitaristi Amott’un C sonrası sevdiğim tek işi Spiritual Beggars. Arch Enemy’e hiç alışamadım, sevemedim, neden bilmiyorum. Özellikle Ad Astra albümü ve içindeki mükemmel sololar ile gönüllerimizde taht kuran grup, bir dönem bünyesinde Grand Magus’un kurucu üyelerinden JB’i de vokalist olarak barındırmıştı. Zaten herifin gruba girişi SB’ın daha önce de fazlasıyla feyz aldığı 70’ler sounduna daha derinlemesine girmesine sebep olmuştur. Bu albümde ise vokallerde gitaristi Gus’ı Ozzy Osbourne’a gurbete gönderen Firewind’in vokalisti Apollo var. Starbuck’ın durumu hakkında ise bir bilgim yok, muhtemelen hala taş gibidir, en son The Last Sentinel’de oynadı ama hala seyredemedik arkadaş.. Evet biliyorum çok kötüyüm.

Neyse, Apollo’nun açılıştaki ilk şarkıda kulağa çarpan güçlü sesi ve onunla tezat oluşturan, R’leri bir milim fazla bastıran “İngilizce konuşan Akdenizli” aksanı sizi hem güldürüyor hem de düşündürüyor, yanlış anlamayın herif harika bir vokalist bence. Belki de fazlasıyla vokali öne çıkaran Sabbath’ın Sabotage/MOR dönemini andıran bu beste, tam size “aslında açılış için yanlış seçim olmuş” cümlesini kurduracakken, ardından gelen “Star Born” gibi dev klas şarkılarla grubun ne yapmak istediğini anlıyorsunuz. Bu arada yanlış anlamayın açılış şarkısı bence harika.. Tıpkı ağır ağır hareket edip yavaşça ama sağlam adımlarla harekete geçen bir tren gibi, müziğin ve bestelerin kuvveti albüm ilerledikçe artıyor. Böylece safi bir BS tribute albümü dinlemeyeceğinizi anlayarak rahatlıyorsunuz. Zaten SB’în en güzel yanı BS’ın blues etkilerini attıktan sonraki heavy dönemiyle Monster Magnet’in kıvraklığını çok başarılı bir şekilde birleştirmesi; bu da onları gavurun tabiriyle hem "catchy" hem de "heavy" bir grup yapıyor.. Albümün bünyesinde barındırdığı iki adet balad ise fazlasıyla nihilist ve negatif liriklerine rağmen yeme-yanında-yat tadında. Gerçi her halikarda açılış parçası Lost In YEsterday’den itibaren albüm boyunca oldukça negatif liriklere maruz kalacağını söylemeliyim.. Netteki versiyonlarda bonus track olarak görünen muhteşem Thin Lizzy coverı “Time To Live” ise grubun mottosunun nereden geldiğini göstermesi açısından güzel bir hareket olmuş. Stoner kelimesini duyunca dibi tutan, tavuk göğsüne kazandibi diyen fanatiklere duyurulur.. Bence en iyi SB albümü değil ama, oldukça iyi bir SB albümü. Fanlarının zaten kaçırmayacağından eminim fakat yanında yeni başlayacaklara bir doz da “Ad Astra” yazıyorum.

MANIC STREET PREACHERS – Postcards From A Young Man

MSP diskografisine bakınca iki farklı albüm modeli görürsünüz. Birincisi Gold From The Soul’la başlayan Everything Must Go, This Is My Truth, Lifeblood, Send Away The Tigers gibi albümleri kapsayan pop-Manics. Diğeri ise The Holy bible ile başlayan Know Your enemy ile başarısız bir şekilde devam edip bir önceki albüm Journal For Plague Lovers ile muhteşem bir dönüş sağlayan indie-Manics. Bu listede Generation Terrorists nerede değil mi  Generation Terrorists, grubun bu ayrışmayı henüz net olarak yaşamadığı tek albümdür bana kalırsa, o yüzden burada yok. Guns N Roses’dan arak bir rock ritminin üstünde Morrissey’den kaçmış, Iggy Pop’a öykünen vokalleri, ya da düpedüz bir hard rock bestesinde gospel koroları hiç çekinmeden kullanabilen bu garip adamlar, etkilenimleri bu kadar bariz ve net olmasına rağmen, taklit bile edilemeyecek kadar kendine özgü bir tınıya, sounda, müziğe sahipler, ne kadar garip değil mi? (evet). Neyse dağılmadan albüme dönelim. MSP, Journal ile köklerin indie kısmına saygı duruşunu yaptıktan sonra alelacele yeniden pop kanalına geri dönmüş. Sonuç bu kanaldaki tüm albümlerin en iyi şarkılarını hatırlatan, naif, güzel bestelerle dolu, insanı yormayan bir MSP albümü. Özellikle Send Away The Tigers’daki pop sound, koro vokaller gibi numaraları Everything Must Go kafasında bestelere sarmış ekibimiz. Sonucun kesinlikle Send Away the Tigers’dan çok daha başarılı, This Is My Truth’a yakın olduğunu söyleyebilirim. Albümün sonraki turnelere sarkacak kadar uzun ömürlü besteleri ise bence “Postcards...” ve konuk olarak Echo & The Bunnymen vokalisti Ian McCulloch’ın da yer aldığı “Some Kind Of Nothingness”..Diğer favorilerim ise, “All We Make Is Entertainment”, “Auto Intoxication” ve “The Descent” ( aslında bu da Some Kind kadar başarılı bir şarkı, gizli hit resmen ).. Journal For Plague Lovers ya da bu ise kaderimiz; eğer bir daha Know your Enemy’ler Lfiesblood’lar yaşamayacaksak, biz buna razıyız amirim.

INTERPOL - Interpol

“Turn On The Bright Lights” 2000’li yılların en önemli debutlarından biri olarak tarihe geçti. Eğer böyle bir ilk albüme sahipseniz, sonrasında ne yapsanız ona yaranamayacağınız, insanların yeni olana çok hızla yönelip kendini tekrar edenleri hızla sildiği bir çağda yaşıyoruz. “Antics” ile tempoyu arttırarak bence akıllıca bir adım atmıştı Interpol, Turn ayarında tek bir beste bile yoktu ama grubun fanları için bir devamlılık sözü içeriyordu, güzeldi. Benim anlamadığım şey ise insanların üçüncü albüm “Our Love To Admire”a verdiği tepki. Albüm öküz gibi sattı, ilgi de gördü ama kime sorsan “Interpol’ün eski havası yokbeaaabiii”ydi. Hala dönüp dönüp albüme bakıyorum da, ilk beş şarkısı birbirinden mükemmel olan kaç tane indie albümü dinlediniz lan son on yılda? Bana kalırsa 6. şarkıdan itibaren b side ayarında bestelere geçmeseydi Turn’ün yanına çok rahat koyulabilecek bir albümdü Our Love. Sanki bir yıl sonra, bir kaç iyi şarkı daha yapıldıktan sonra çıksaydı kusursuz olacakmış gibi duruyordu. Misal bu albümde yer alan Success, Always Malaise ve Lights, Our Love’ın 6. ve 7.si olsaydı sonuç mükemmel olacaktı. Grupla aynı adı taşıyan albüm “Success” gibi bir hitle açılıyor ama hemen ardından gelen Memory Serves’de yer alan o yarım bırakılmış harika rif insanı sinirden kudurtuyor. Sanki Banks, şarkıyı tadını tam alamayın diye o şekilde yazmış, nakaratı o yüzden yuvarlamış, size bir gıcığı varmış gibi hissediyorsunuz. Albümde Barricade gibi Success kıvamında belki bir, iki şarkı daha var, gerisi Our Love To Admire’ın ikinci yarısındaki b side hissiyatını aynen devam ettiren şarkılardan oluşuyor. Benim gibi bir Interpol fanıysanız, eliniz mahkum sevecek dinleyecek, dopdonuk bir şarkıdaki vokalin arkasına konmuş ufacık bir eko efektinde bile faide arayacaksınız ( bkz. Always Malaise ). Ben her dinleyişimde her albümde bir not daha düştüklerini fark etsem bile elimde değil, biraz daha fazla seviyorum lan, hastasıyım. Belki bir iki şarkıda ritim sekşın ikilisinin ufak ufak “ne var be biraz da New Order’dan çalsak” kıpraşmaları canlanır da Interpol kendini yenileyen bir albüme doğru yol alır ileride. Yoksa ben bir albüm daha bu şekilde yürüyebileceklerini sanmıyorum.

26 Eylül 2010 Pazar

Ben iyi bilim kurgu izlemeyi özledim diyenlere, eğer kaçırdıysanız; FIREFLY

Joss Weadon'un bugüne kadar çıkardığı en iyi işti, ilk sezondan sonra yayından kaldırılmıştı. Sonrasında yayınlanan Serenity'de harika bir özet filmdi ama o da gözden kaçtı. Kanımca bir klasiktir. Ben bilmiyorum, ben görmedim, ben duymadım kabul etmiyorum. Bilim kurgu seven herkes bir yolunu bulsun, seyretsin. Kaynaklar ekte;

oku
satın al
sipariş gelene kadar dayanamadım

Clive Barker – Kutsanma Ayini / Sacrament ( Oğlak Yayıncılık)

Barker, hani şu aristokrat tipli, HG Wells kılıklı dahi adam işte canım. Seneler önce Kabal’ı dandik bir çeviriyle okuduktan sonra Kan Kitapları’nın ikisi hariç bir türlü diskografisine tamamen girişemediğim, Hellraiser gibi herkesin taptığı ama sadece video kiralanan çağdan bildiği bir klasiğin gerçek yaratıcısı. Hadi benim gibi adamımızı geç keşfedenler için bi ipucu daha, korku delilerinin çok iyi bildiği Candyman de Barker’ın bir kısa romanından uyarlama. Kimilerine göre edebiyat dünyasına gotik ve fantastik öğelerin salt orta dünya karakterlerinden ibaret olmadığını yeniden hatırlatan ve bu öğeleri başarıyla günümüzün modern dünyasına uyarlayan büyük üstat. Diskografiye ilk romanı The Damnation Game’den başlayarak uzun bir süre kendimi Barker’a adamayı planlarken bir raslantı sonucu kelepir olarak bulduğum çeviri versiyonu ile Sacrament ( Kutsanma Ayini ) düştü elime. Gerçek dünya ile onun çok eski günlerinde kalmış efsanelerin içinde kaybolmuş yarı-tanrıların dünyasının iç içe geçtiği; ana kahramanı San Francisco’lu gay bir fotoğraf sanatçısı olan; edebiyatçılığı, yazın üslubu ile korku kültürünün jargonunu çok orantılı bir biçimde harmanlamasından buram burak ustalık kokan çok güzel bir roman Kutsanma Ayini. Yazarın Kan Kitapları döneminden de izler taşımasına rağmen onlara oranla çok daha fazla bu dünyaya dokunan ve bu dünyaya dokundukça da oradan diğerlerine açılan kapıda, romandaki tüm karakterlere deliliğe giden yolları gösteren bir hikaye. Rukenau, Steep gibi fantastik dünyadan kaçmış yan karakterlerin; kahramanımız Will ve onun arkadaşlarının dünyasına paralel geçişleri; tam gelişme kısmının sonlarında ortaya çıkan mükemmel kurt adam efsanesi göndermesi gibi detaylar çok başarılı. Her ne kadar bu ve Galilee yazarın “light” eserleri sayılsa ve bu romanlardan sonra korku edebiyatından koparak salt fanztazya dünyasına girmekle suçlansa da en azından ilk dönem romanlarını sonuna kadar okuma kararı almama yetecek kadar başarılı bir eser Sacrament. King’in artık daha çok macera türüne geçiş yapması, Koontz’un bir çok iyi bir çok kötü eserlere imza atması; sanki tv filmi çekilsin diye roman yazar moda girmesi ve hikaye anlatımı gittikçe zayıflayan Straub’dan ne çıkacağının belli olmaması artık beni endişelendirmiyor. Zira okumam gereken en az on tane Barker romanı var artık listemde 

Max Brooks – Zombi Savaşı ( Doğan Kitapçılık )

Max Brooks, efsanenin yaratıcısı Romero’nun sosyal kaygılı düşük bütçeli filmlere çekilmesinden sonra Zombi muhabbetinin ekmeğini en çok yiyen adam bu sıralar. Adını ilk 2000’lerde “Zombie Survival Guide” isimli kitapla duyuran yazar, Zombi Savaşı’nın 2007’de yayınlanmasından sonra oyun ve film hakları derken yürüdü gitti. Zombilerden kurtulma kılavuzu, okuyanlardan duyduğum kadarıyla olaya çok eğlenceli yaklaşan, Orson Wells’in radyoda canlı yayında “Marslılar geldieee” numarasını hatırlatan bir aksiyonmuş. “Zombi Savaşı” ise, tümüyle kurgusunu “kahraman batı” ve “sovyet hayaletli asya” söylencelerine yani Pentagon’un “şer eksenli” yeni dünya kurgusuna dayandırmış, bu nedenle de büyük paralar harcanarak oyunu ve filmi piyasaya sürülmeye aday bir eser olmuş.

Paranoyaklıkları yüzünden toptan yok olan Kuzey Kore’liler; zombilerin istilasıyla baskıcı rejimin çöküşünü önceden görüp kapitalizmin yeni merkez ülkesi olmayı seçen Castro ve Küba’sı; zombilerden kaçan mülteciler yüzünden kendi aralarında ufak çaplı bir nükleer savaş yaşayan İran ve Pakistan; kitap bu gibi örneklerle dolu. Batı medeniyetinin dışına taşmış herkes, kitap boyunca korkunç hatalar yapıyor, bunların gizlendiği alt metnin üstünde de dünyanın çeşitli ülkelerinden zombilerle karşılaşmış insanlarla yapılmış röportajları okuyorsunuz ( Türkiye yok, merak eden tribüncü varsa ). Şimdi baskın kültürün kendi günahlarını başkalarının çağdışılığını ön plana çıkararak (s)aklamasına alışığız tarihten. Fakat çağ öyle bir çağ oldu ki, günümüzdeki “demokrasi getirme savaşları”nda başta ABD olmak üzere NATO ülkelerinin yasadışı yüzlerce cinayete, katliama karıştığı ortaya çıkmasına ve bugün bu durumun görsel ve sözel iletişim araçlarıyla tüm dünyanın gözü önünde olmasına rağmen, neden bu arkadaşlar hala soğuk savaş dönemi propaganda tekniklerini bir post-apokaliptik öykünün ana omurgası olarak kullanmaya devam eder, bunun arkasındaki maddi manevi motivasyonlar nedir, araştırmak lazım. Zira artık dünyanın “geri kalanı”, dünyanın batıdan göründüğü gibi olduğuna inanmıyor arkadaşlar, buna sadece yarım milyarlık anglo sakson dünyası inanıyor, işin gerçek yüzünde batıda en az doğu kadar kötü kokuyor. Irak’taki işkenceleri, Pakistan’daki sivil katliamları ayyuka çıkmış Amerikan askerinin ya da Gazze’de masum sivillere ateş açan İsrail’li askerin benim için başı açık kadınları sokakta motorsikletlerle kovalayıp yerlerde sürükleyen İran’lı devrim muhafızlarından hiçbir farkı yok. Hepsi aynı. Zira temelde küreselleşmiş dünyada çıkarlar uğruna herkesin her vahşiliği demokrasi adına yapabileceği bu yeni çağda; Rus, İngiliz, ABD ya da Çin ordularının birbirinden farkı olmadığına inanan biri olarak, bu tür ucuz propagandalar düşünülenin aksine bende yapan tarafın daha art niyetli olduğu hissini uyandırıyor.

Elimizdeki materyalin okunabilirliğine gelince, King’e hiç bir edebi yanı yok diyenler artık utanabilirler. Zira Brooks sadece tv jargonu ve ağzıyla, salt filme çekilsin diye bir kitap yazmış, bana kalırsa dışarıdan göründüğünden çok daha iyi bir yazar olan King’e göre yerlerde sürünüyor kendisi. Zombi savaşının virüsün yayılmaya başladığı günden bitimine kadar farklı ülkelerden karakterlerin ağzından röportaj biçiminde anlatılması, orjinal olmasa da kitabın iki ilginç özelliğinden biri. Hikayeler, karakterlerin özellikleri zaten sağdan soldan toplanmış meşhur karakterlerin yansımaları; bir savaş kahramanı, bir deli dahi, bir sıradan asker, bir komutan. Olaya “soldan” bakan Romero’nun feci bir düşüşte oluşu Brooks’a çok kızmama engel oluyor, her halikarda Brooks, fikirlerini savunmasak da, satacak bir formül bulmuş ve onun içini “averaj okura” hitap edecek şekilde doldurmuş, adam işini biliyor. Gelelim hakkını vermemiz gereken ikinci ilginç özelliğe. Brooks zombilerin yanına “onlara özenen taklitçiler” gibi janrda yepyeni bir karakter kazandırıyor; bu karakterler zombi istilasını psikolojik olarak atlatamayıp delirenlerden tutun da onlara özenenlere kadar geniş bir yelpazede seyrediyor. Kitabın zombi antolojisine yaptığı en önemli katkı bu ama bence hak ettikleri kadar çok yer almıyorlar. Sakın kimse kitabın dökümanter tarzını ( Diary Of The Dead ) ve denizde yürüyen zombileri ( Land Of The Dead ) bana örnek göstermesin, her ikisi de Romero’nun çocuklarıdır. Ha zombiler mi? İnanın bana bu zombi romanında en az bahsedilen şey bildiğimiz o eski, normal zombiler. Çünkü aslında bu bir zombi kitabı değil, zombi sosu kullanılmış bir “Independence Day” hikayesi...

1 Ağustos 2010 Pazar

TEK

Kısa bir bilim kurgu hikayesi. Çok iyi ya da iddialı değil sadece Clarke ve ardıllarına bir saygı duruşu niteliğinde..

http://rapidshare.com/files/410321600/Tek_-_K.Onan.pdf

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Harvey Milk - A Small Turn of Human Kindness

İşte canlarım sludge aslında böyle bir şey. Ben bu dünyalıları anlamıyorum arkadaş. Pantera’nın hızlandırılmışına hardcore, yavaşlatılmışına sludge, BS rifi araklamışına doom diyorlar lan. Döverim. Neyse, ismini ünlü aktivist senatör, mükemmel insan Harvey Milk’den alan ( ve ekrana bakma şeklinden hala Sean Penn’in Milk’ini seyretmediğini anlıyorum, ters düşerim ) ve kanımca Melvins’in dünyadaki ter gerçek rakibi olan HM’i ben şahsen İzmir’in gülü Sterile Noiz Klan’ın herşeyi Ozan kardeşim sayesinde keşfettim. Keşfettim ve aşık oldum. Bir önceki albümleri “Life.. The Best Game In Town”ın açılış parçası “Death Goes To The Winner”ın eski işlerine oranla çok daha “normal” bir düzeneğe sahip olması ve grubun Relapse tarafından gazlanmasıyla, 2000’lerde coşan sludge trendine paralel olarak bir anda popülerleşen grup sanki bundan rahatsız olmuşcasına tarihinin en rahatsız albümüyle geri dönmüş. Aslında çok güzel de bir numara çekmişler zira bu hem grubun en ağır, en kasvetli, en terbiyesiz albümü olsa da “A Small Turn”, kapağından vokallerine, oradan sounduna kadar, tarz olarak indie sularından en çok çıktıkları albüm aynı zamanda. Şarkıları neredeyse hece hece söyleyerek standard dinyeicinin sabrını suyun dibine gömen vokalistimizin ardında ancak bir Melvins konserinde duyabileceğiniz bas davul yürüyüşleri ve feedbackli, ağıt yakan gitarlar dans ediyor. Açıkçası, dinlemesi zor ve her moda gitmeyecek bir müzik. Çok deneysel değil ama hiçbir şekilde formal de değil. Yine tıpkı Melvins gibi, sev ya da nefret et durumu tamamen olaya hakim. Sakın rahatsızım ben, garip müzikler sevcem ben, cool olcam ben diye bu sulara dalmayın, dalarsanız da seviyomuş numarası yapmayın, doğal olun. Bizde bu ayağa yatan birkaç arkadaş var, komik oluyorlar .

Nas & Damian Marley – Distant Relatives

Nas’tan nefret ederim. Nas, Xzibit , P Diddy isimlerini duyunca kafalarında Run DMC plaklarımı kırasım geliyor fakat gel gör ki elimde hiç Run DMC plağı yok. Yani evet, ben de o hiphop sevip de tam hakim olmayan ama şunları şunları bilirim diye caka satan heriflerden biriyim adamım, aye? Geyiği bir kenara bırakır ( ve kaçmayacağını varsayarak ) sadede gelirsek bu albümün benim için en önemli tarafı içinde “Africa Must Wake Up” isimli muhteşem sözlere sahip şarkıyı bulundurması. Bir zamanlar ırk ayrımcılığının yasal olduğu Güney Afrika’da siyahi bir liderin ayrımcılığı bitirerek hemen ardından vahşi kapitalizmin kucağına ülkeyi atması, tarihte pek sık rastlanan bir olay değildi. Ve evet bahsettiğim adam Nobel ödüllü Mandela. Şu an “ırkçılığın” olmadığı bu ülkede, fakirlik kol geziyor. Sadece “anti faşist” olmanın özgürlük getirmeyeceğini, yetmeyeceğini dünyaya Güney Afrika kanıtlıyor. Dünya kupasının Şakire’li şarkısına inat her maçtan önce ve sonra “Africa Must Wake Up”ı dinledim ve şu gereksiz ama doğru geyiğe kendimi kaptırdım; Kapitalizm Cehennem Silahı’nda Güney Afrika büyükelçiliği önünde eylem yapan Riggs gibidir. Filmdeki rolü gereği ayrımcılığa karşıdır ama gerçek hayatta Mel Gibson olarak faşonun önde gidenidir. Dünyanın en başarısız politik albüm eleştirisini okudunuz. Şimdi bir yerlerden şarkıyı bulup dinleyin ve hemen bana hak verin sayın okur. Zira bir gün daha erken ölmekten başka kaybedecek bir şeyi olmayan milyonlarca insanından oluşan aşırı ucuz işgücü ve onların bu durumunu ülkelerindeki diktatörlükler, çeteleri kullanarak stabil tutup yeni açacakları fabrikalarda bu insanları açlık sınırında çalıştırmayı planlayan ( Time dergisi, Temmuz ilk hafta sayısı ) sermaye sahibi “diğer dünya” ( ki içlerinde bu ülkenin firmaları da var ) gündeminize belki bu şarkıyla daha hızlı girer. İnsanlığın, doğduğu topraklara yaptıkları belki bu şarkıyla aklımıza daha iyi kazınır. Ha son olarak Tribal Wars, Leaders ve Land Of Promise’de mükemmel şarkılar.

Nails – Unsilent Death

Nasum çoktan dağıldı ama ortalık Nasum gibi çalan, söyleyen gruptan geçilmiyor. Mumakil, Rotten Sound gibi “takipçi”leri geçtim Napalm Death’in bile zamanında “Nasum gibi şarkılar yapmak istiyoruz” dediğini göz önüne alırsak, grubun etkisini az da olsa anlatmış oluruz herhalde. Gerçi düşününce Napalm’in bunu söyledikten sonra gidip Voivod riflerini death metale uyarlayarak kendi çapında başka bir devrime girişmesi de ayrı bir olay. Büyük grubun farkı işte… Neyse konu Nails. Nails ilginç bir şekilde bir sürü klas Nasum rifinin üstüne çok sıradan ve sadece bizim ülkenin gruplarında duyabileceğiniz 1-3-2-4 riflerini katarak değişik bir başarıya imza atmış. Mükemmel bir verseden sonra tam bir liseli grup bridge’i eşliğinde yine mükemmel bir nakarata geçiş yapabiliyorsunuz şarkılarda. Aslında bu durum sadece bir iki şarkıda var ve bu gözüme çok battı diye grubu yerin dibine batırmamalıyım çünkü bu 14 dakikalık grind-thrash saldırısı gerçekten kendini dinletmeyi başarıyor. Ama eğer siz artık milyar tane tribute grubundan baydım, sıkıldım ve orijinal olmayan hiçbirşeye elimi sürmek istemiyorum derseniz, anlarım.. Gerçekten güzel şarkılar var, bi şans verin lan. En azından şu sıralar ortaya çıkan her grup gibi türlerinin yanına “sludge stoner bak kafa yapar ehe” gibi yeni trend türlerden yazmamışlar ve oralara bulaşmamışlar. Herkes sludge oldu akadaş. Kafası karıştı metalcinin.

Nachtmystium – Addicts : Black Meddle Part II

Black metal’in son beş altı yılda aldığı şekil şemal çok garip. Rock n Roll’un ekstrem bir üst modeli olarak kariyerine başlayıp thrash sularından beslenen ve daha sonra death metal ile grindcore’un arasında bir yerde kendine sağlam bir rütbe edinen bu kimi zaman sofistike kimi zaman da saçma sapan ( bakınız “yeni nazi bm akımı”, bu ne lan ) olabilen insanların bir arada aşık attığı alt türün en güzel yanı kült örnekleriyle kırk yıl sonra bile aklınızı alabilecek kadar derin ( Venom, Bathory, Darkthrone ), yeni gruplarındaki deneysellik merakıyla zevke getirecek kadar da yenilikçi olabilmesi ( bkz. Nachtmystium ). Black metali Star TV haberlerindeki Cradle Of Filth klibi ve Dimmu Borgir’in hiç bitmeyen klavye partisyonları olarak hatırlamak istemeyenler için karşımızda mükemmel bir albüm duruyor. Standart bir Manics, The Cure ya da U2 rifinin black metal sınırlarına sokulabilmesinin yegane formülü onu alıp mid tempo heavy metal rifleriyle harmanlamaktan geçiyor. Nacht, bunu fark etmiş olacak ki, Amon Amarth’da beni sıkıntıdan öldüren ne varsa onları atıp yerlerine indie gruplarının şarkı düzenleme mantığındaki kuralları uyarlamış. Sonuç en azından albümün yarısından fazlasında gayet başarılı. E arada altta duyulan bir Killing Joke rifinin üstünde “savaşa koşuyoruz biz gelince kaçın laaan” tarzı bir nara duymak komik de olsa, fikir başarılı, uyarlama başarılı, sonuç başarılı.

30 Haziran 2010 Çarşamba

Deftones - Diamond Eyes

Oha. Yani albümün son şarkısı bittiğinde verdiğim ilk tepki buydu, onu demek istiyorum. Ağzım bir karış açık kalakaldım. Tek kelimeyle “mükemmel”. Aslında yazıyı burada bitirmek gerekiyor, buradan sonrası gereksiz. “Saturday Night Wrist”den sonra grubun başına gelenleri biliyorsunuzdur; Team Sleep projesi ile iyice dikkati dağılan bir Chino ( ki bu dağınıklık Saturday’e de yansımıştı ), numetalin modasının geçmesiyle sadece kemik kitlesiyle başbaşa kalan bir grup, talihsiz bir kaza sonrası hala komada olan bir basçı ve onsuz yayınlanmasını anlamsız buldukları için çöpe atılan bir albüm. Bütün bunların ardından grubun stüdyoya girip de “Diamond Eyes”ı çıkaracağını söyleseler kimse inanmazdı herhalde. İlk iki albümün ruhunu, The White Pony’nin atmosferini ve Minerva’nın sertliğini bir arada barındıran, Deftones tarihinin en olgun eseri ile karşı karşıyayız. Albüme adını veren parçanın büyüsü daha etkisini yitirmeden, ortalama gruplarda genelde filler şarkıların işgal ettiği 5-9 numaralara öyle güzel dört şarkıyı ardı ardına döşemiş ki adamlar, dinlerken alacağınız zevki en yakın tarif edecek kelime sanırım “orgazm” olabilir. Prince, Sextape, Risk gibi şarkılardaki ruh ve atmosferi yaşamaktan kendinizi alıkoymayın. Çok gruba nasip olmayan bir cümle ile bitirelim, eğer Deftones dinlemeye yeni başlayacaksanız, tercihiniz “Diamond Eyes” olsun.

Cancer Bats - Bears, Mayors, Scraps And Bones

Rage Against The Machine’in metalkor vokalleriyle yeniden doğruğunu düşünün; Drowningman’in sadece orta tempo şarkılar yaparak bir de Beastie Boys coverladığını düşünün; screamo gibi bir alttürün klişelerini kullanırken bile çok başarılı besteler çıkarıp “gevşemeyen” bir grup düşünün; Cancer Bats bunların hepsini tek albümde yapmayı becermiş. Sırf çok ama çok başarılı Beastie Boys coverı “Sabotage” için bile mutlaka dinlenmesi gereken, çok ama çok eğlenceli bir albüm bu. Peki çok uzun ömürlü mü? İşte henüz o albümü yaptıklarını sanmıyorum ama oraya gideceklerinin sinyallerini bu albümle veriyorlar diyebiliriz. 18 Visions’un, Drowningman’in güzel günlerini özleyip, bir parça da mainstream ilavesinden çekinmeyenler kaçırmasın.

Ambush - Fright Night

2010’da Sick Of IT All ve Against Me’nin yarattığı hayal kırıklıklarını Ambush dinleyerek atlattım resmen. 2000’lerin gruplarını ısrarla dinleyerek hardcore/punk icra ederken sahip olmanızın zorunlu olduğu o “ruhu” aramaya ısrarla devam eden kardeşiniz, Ambush!’un “Fright Night”ını dinlerken aşırı doza maruz kalıp coşku kanaması geçirdi tabiri caizse. Aslında ilk albümleri “American Monster”dan kalma bir şarkı olan ama bendenizin bu albümle keşfettiği hc marşı “Friendship” başta olmak üzere baştan sona ruh kokan bir albüme imza atmış gençler. Tarz olarak basitçe Raised Fist/Comeback Kid ve Gallows’un çok başarılı bir remiksi olarak nitelendirebileceğimiz grup, özellikle hem oldskull yüksek tempolu hc bölümlerinde hem de breakdownlarla dolu metalkor bölümlerinde işin sırrının sürükleyici vokallerle buraları süsleyebilmek olduğunu çözmüş. Eğer bir terslik olmaz da dağılmazlarsa bir sonraki albümün on üzerinden onluk olacağına bahse girerim. O zamana kadar, “Friendship”le idare edeceğiz.

Misery Index - Heirs To Thievery

Gittikçe daha çok hardcore olayına gireceğini tahmin etmiştim Jason ve tayfasının ama bunu yaparken 1990’ların sonlarındaki o mekanik ve yavan death/grind soundunu davulda kullanacaklarını göremedim arkadaş. Açıkçası Traitors kadar iyi besteler de içermemesine rağmen kendisini çok rahat ve yormadan dinleten bir albüm HTT. Grubun teknik kapasitesi ile catchy besteler yapabilme yeteneğinin doruğu olan Traitors’dan sonra bu albüm, tamamen daha kolay dinlenebilir bir müziğe ve sounda doğru yelken açma eğiliminde. Kısacası Heirst To thievery, iyi bir albüm olsa da, asıl görevi grubun kariyerinin doruğunun Traitors olduğunu onaylamak için yapılmış bir yeni dönem albümü gibi. Aklımın hala Traitors’da olduğunu fark ettiğinizin farkındayım, her grubun arka arkaya çok güçlü albümler yapmasının zor bir şey olduğunun da farkındayım ama şunu da açıkça ifade edeyim ki yazdıklarım Heirs To Thivery’nin kötü olduğu anlamına gelmiyor. Tam tersine bu albümle grubu birçok çocuk daha yeni yeni keşfedecek ve aşık olacaktır. Özellikle moshy tabir edilen bölümlerle dolu metalcore şarkılarını anımsatan geçişleriyle Fed To The Wolves, The Carrion Call ve The Seventh Cavalry albümün yıldızlaşan parçaları. Nakaratıyla bir önceki albümden kaçmış gibi duran “The Illuminaught” da favorilerimden. Yine de, yukarıdaki tüm kıvırmalara rağmen sanki, sanki bu albüm bir yıl daha sonra çıksaydı grup çok daha olgun ve devrimci bir albüme imza atacaktı gibi bir his var içimde. Öyle bir his işte.

Athena - Pis

“On İki Dev Adam”ı da, Erovizyon’daki yazış şarkılarını da sevmiştim açıkçası. Athena, bir şekilde, thrash günlerinden beri sevdiğim bir grup olmaya devam etti. Bazil’i, Captain Hook günlerini, tarlaya ekilen soğanları da; popüler olduktan sonra yaptıkları işleri de sevmiştim. Taa ki Duman etkisi kendini baladımsı şarkılarda gösterene kadar. “Breed”in Türkçesi de daha çok yeni bir ürün vermek için değil de, grubun kendine yeni bir yol bulmak için yaptığı bir hareket gibiydi, ısınamadım. Exploited konserinde izlediğimde ise ümitlenmiştim, tabiri caizse öküz gibi çalıyorlardı, Gökhan hala sahne önünden kendisine sataşanların üzerine uçacak kadar bu işi seviyordu. Sonrasında grubun verdiği ara artık işin sonu olur diye düşünüyordum ki bir iki ay önce “albüm çıkarıyorlarmış” haberi geldi. Bire bir tanışıklığım yoktu ama sağdan soldan daha köklerine yakın bir albüm peşinde olduklarını duymuştum. Öyle de oldu. Ska punk, surf, rakınrol, rakabili, saykobili ne varsa doldurmuşlar şarkılara. İlk iki albümde bile böylesine bütünlüklü bir dinlenebilirlik yoktu açıkçası, başından sonuna kadar kıpır kıpır, tek bir boşu olmayan, acaip eğlenceli ve güzel bir albüme imza atmış adamlar. Hani Almanların “halka malolmuş” ailecek dinlenen punk grupları vardır ya, onlara benzer bir kafası var artık Athena’nın. Daha doğrusu eğer artık yaşını başını almış eski Captain Hook müdavimlerinden, her fırsatta açık fikirli olmakla övünen alternatif müzik camiasına kadar asıl hitap etmeleri gereken kitle ıskalamazsa bu albümü öyle olacak. Ben şahsen oğluma Athena, Rashit, 100 Derece gibi grupları gururla dinletebileceğimi biliyorum ve çok mutluyum sayın okuyucu. Albümün mükemmelliğini aşındıran tek şey ise tüm seslerin fazlasıyla kısık olması. Çokça dijital seslerin içinde kaybolmalarından daha iyidir diyerek yok sayabiliriz tabii bu durumu. Favorilerim Dalga ve Kolaj..

27 Haziran 2010 Pazar

The Gaslight Anthem – American Slang

Genç Springsteen’in bir punk rock idolü olduğunu düşünün, yapacağı müziğin birebir karşılığı The Gaslight Anthem olacaktır. Karşımızda bir Springsteen rip off’u var demiyorum, hatta grubu tanımlamak için bu benzetmeyi kullanırken sanatçının kariyerinin son yarısından da bahsetmiyorum, bahsettiğim “Streets Of Philedelphia” ile yeniden doğduğu çağdan önceki Springsteen. Özellikle son dönem partonu çok fazla ağırbaşlı bulan benim gibiler için harika bir grup GA fakat onları sevebilmek için metalle kendinizi sınırlamıyor ve punk rock, gospel, rockabilly gibi türlere de göz kırpıyor olmanız gerekiyor. Yanınızda yırtık mini kot şortlu bir afetle mtv kliplerinden kaçmış havalarda sıcak tatil mekanlarına yapacağınız araba yolculuklarında, neden kendi işçi sınıfınızın müzikleriyle hiç alakanız olmadığını ama Amerikalının inculuzun her tür halk müziğini ezberden mal gibi dinlediğinizi düşünürken Bring It On, The Queen Of Lower gibi şarkılar ilaç gibi gelecek, kendinizi aydınlanmış hissedeceksiniz. Sataşmamı mazur görün, albüme bir şans verin, cıncın müzikleri, hoplatan zıplatan hartkorcuları bi beş dakika kenara bırakın lan. Varyasyon iyidir.

The Bouncing Souls – Ghosts On the Boardwalk

BS’u keşfim taa Built To Last dönemi Sick Of It All fanlığı günlerime denk geliyor. Lou Koller’ın ağzından çıkan her kelimenin kanun olduğu o eski ve mutlu günlerden birinde bir fanzin, Koller kardeşlere o sıralar en sevdikleri grupları sorar ve aldığı cevap “Good Riddance ve the Bouncing Souls”dur. O dönem ABD hc camiasının diy olmayan kanadı, SOIA ne yaparsa onu taklit etmektedir. SOIA’da bu eğilime gıcık olup her albümde o sıradaki trendin tam tersine gitmektedir ( misal, Scratch the Surface ile dalga dalga yayılan ilk metalcore akımından sonra gidip Built To Last gibi punk köklerine yakın bir albüme imza atarlar ). Good Riddance ile the Bouncing Souls, Koller kardeşlere göre bu rüzgarlara kapılmadan kendine özgü bir tarz yaratabilen ve ona bağlı kalan az sayıda gruplar arasındadır. Bugün maalesef bir başka yazımızın konusu olacak ve bu topraklarda nedense hiç esamesi okunmamış bir efsane olan Good Riddance artık yok fakat The Bouncing Souls 20 yıldır hala dimdik yoluna devam ediyor. Aslen geçtiğimiz yıl her biri ayrı ayrı yayınlanmış bağımsız singleların bir toplaması olan bu albüm, punk rock ve hardcore’u en dengeli sentezleyen gruplardan biri olan BS’un en iyi albümü değil. Gel gör ki eski ürünlerine göre çok daha fazla Springsteen ve rockabilly etkisi taşıyan bu eserde özellikle şarkı sözleri o kadar duygu yüklü ki, özellikle 30+ bir punk ve hardcore dinleyicisinin bu albümü dinlerken etkilenmemesi de imkansız. Gasoline, When You’re Young ve albüme adını veren Ghosts On The Boardwalk mükemmel besteler fakat kapanışa doğru saklanmış We All Sing Along adında bir marş var ki albümde, sırf onun için bile BS fanı olacağınızdan eminim. Kaçırmayın.

Teenage Bottlerocket – They Come From the Shadows

Ramones ve Misfits kuşkusuz punk tarihinin en etkileyici isimlerinden ikisi. Punk nihilizmini apolitik bir duruşla sergileyen ve bu sebeple diğerlerine göre daha geniş bir kitleye yayılan bu iki grubun, aktif olsalar da olmasalar da ( ki bu Ramones için artık hiç mümkün olamayacak ) özellikle ABD’de çok çok büyük bir takipçi kitlesi var hala. Bu kitle bu grupların adını sadece dinleyerek ya da yeni çıkan best of albümlerini alarak değil, birebir onların gittiği yoldan yürüyerek, müzik cira ederek de yaşatıyor. Yeni kıtada Ramones ve Misfits riflerini kendisine bayrak edinmiş ve birebir, neredeyse imajına, enstrüman kullanımından, beste yapısına, nakaratlardan vokal tonuna kadar bu iki grubu taklit eden grupların sayısı binleri buluyor. Teenage Bottlerocket, kurucu elemanları tıpkı Ramones gibi kardeş olan bu tür gruplardan biri. Bir önceki grupları The Dillingtones’dan beri Ramones worship olayına devam ediyorlar fakat 2009’un son günlerinde çıkan ve NOFX’in has adamı Fat Mike’ın firması Fat Wreck’den yayınlanınca bir anda acaip ilgi gören bu son albümleri şu an onlara hiç beklemedikleri bir ün kazandırmış durumda. Ünlü rock ve punk idollerine adanmış övgüler, gündelik hayat, okul, iş, sevgili kasıntılarına karşı şarkılar grubun şarkı sözlerini oluşturuyor. Müzik ise Ramones’un 2000’li yılların sound teknolojisine uyarlanmış hali gibi. Normalde bir grubun zaten yapılmış bir formülü, o formülü bulanların imajından sözlerine kadar taklit ederek yeniden piyasaya sürerek çok başarı kazanmasına kıl olabilirdim ama burada besteler ise o kadar başarılı ki, normalde “e yine bi tribute grubu işte” diyerek köşeye atabileceğiniz bu tarzda hala çok çok iyi ve yeni şarkılar yapılabileceğini, bu müziğin basitliğine rağmen asla ölmeyeceğini haykırıyor sanki TB. Eğer punk seviyorsanız ve bu yaz çok ama çok eğlenceli şarkılar eşliğinde iyi vakit geçirmek istiyorsanız, doğru seçim bu albüm. Zira burada içinde emo, memo gibi yeni akımlardan uzak, eğlencesini de klasik punk’n’roll un doğasından alan klas bir albümle karşı karşıyayız., tadını çıkarın.

Heaven Shall Burn – Invictus

HSB, sonundaki core eki neden orada durur bilmediğim, modern ekstrem metalin en başarılı temsilcilerinden biri Almanya sularında. ( Gerçi bu tartışmayı uzatmak manasız , hadi adına metalcore diyelim gönlünüz olsun aslen thrash – punk evliliğinden oluşan metalcore’un yeni jenerasyonunun artık ritim ikilisinde bile punk sosunu kullanmıyor olması da mı kimseye birşey ifade etmiyor? ) Hem sağlam muhalif tavırları hem de sahnedeki enerjik performansı ile HSB, hiç sıkılmadan “bizden” sayabileceğimiz gruplardan neyse ki. İlk albümünden beri giderek yükselen bir başarı grafiği sergileyen grubun her albümde en az bir şarkıda tekno ritimleri kullanmak, herkesin unuttuğu klas şarkıları coverlamak gibi sabit ritüelleri var ve fanlar için bu ritüeller artık grup kanadında işlerin yolunda gittiğine dair işaretler olarak yorumlanıyor. Bu sefer Therapy? Klasiği “Nowhere”i harika yorumlayan grup, Invictus ile diğer albümlerinde olmayan başka bir özelliğe daha kavuşuyor, albüm gerçek bir “all killer no filler”. Yani boş şarkı yok, filler yok, baştan sona gaz, bildik HSB soundunda ve her biri ayrı güzellikte bütünlüklü şarkılardan oluşan bir eser var elimizde. Bu durumda “metalcore”un swedish dm ile seviştirmeden, daha çok klasik death metali modern metalin groovy tonlarıyla evlendirerek, köklerine daha sağlam bağlarla bağlı tavrıyla rakiplerine temiz bir fark atan HSB’yi keşfetmek için de, eğer fanıysanız arşive gururla katmak için de eşsiz bir albüm duruyor karşımızda. Tartışmasız bu satırların yazarı için yılın en iyi albümlerinden biri.

Ihsahn – After

Emperor’un lideri, adının bizim buralarda aşina olduğumuz isimlerden biri olması sebebiyle yer yer geyik malzemesi olsa da hem eski olanın ruhunu koruyup hem de black metale kazandırdığı açık görüşlü, ekstrem ve sınırları zorlayan yaklaşımıyla her daim saygı ile andığımız bir kardeşimizdi. İkinci solo albümü “After” ile İhsancan müzikal spektrumunun Emperor’dan çok daha geniş yönlerde ilerlediğini göstermekle kalmıyor, bu spektrum dahilinde çok başarılı bir besteci ve yorumcu olduğunu da kanıtlıyor. King Crimson ve Pink Floyd etkilerinin son dönem Death soundu baz alınarak modern heavy metal soundu çerçevesine oturtulduğu “After”, sololarından tam yerinde kullanılmış saksafonlu geçişlerine, hiç sıkmayan 10 dakikalık epiklerinden introlarına kadar tek kelime ile bu yıl dinlediğim en iyi albümlerden biri. Ekstrem müzik dinleyicisini diğer türlerle, progresif rock ve heavy metal dinleyicisini de ekstrem türlerle buluşturabilecek kadar başarılı bir harman yakalamış İhso. Bu yolun sonunda bizi çok çok daha başarılı eserlerin beklediğinden adım gibi eminim, After sanatçının girdiği bu yeni yolda sadece çok çok iyi bir başlangıç bana kalırsa.

Thrice – Beggars

“Beggars”dan önceki Thrice benim için uzaktan uzağa gittikçe olgunlaştığını gözlemlediğim ama bir türlü gereken ilgiyi göstermeye vakit bulamadığım bir gruptu. Her albümünü bir kere dinleyip rafa kaldırırdım. Aynı durumda olan bir diğer grup Alexisonfire’ın geçen yıl “Old Crows Young Cardinals” ile muhteşem bir işe imza atması ile “Beggars”a şöyle bir dönüş yapma ihtiyacı duydum. İlk single “All the World Is Mad”in akustik yorumunun yer aldığı ve bugünlerde çok revaçta olan Daytrotter Sessions’ın ep serisindeki muhteşem canlı performansı da katarsak, Thrice artık özel gruplar kategorisinde izlenmesi gereken çok başarılı bir ekip benim için. Numetal öncesi Amerikan alternatif rock sahnesinin en güzel özelliklerini posthardcore a kadar uzanan naif bir soundda eritmiş grup bu albümde. Amaç sert, yıkıcı bir albüm yapmak değil, dinleyeni transa geçiren bir bütünlükte yoğuınlaştırarak meramlarını anlatmak sanki. Bunun metalcore’da şu sıralar gayet başarılı bir şekilde Poison the Well yapıyor ve onlarda günümüzün bir albümü yoğun bir konsantrasyonla dinlemeye izin vermeyen “fastfood müzik” şartlarında hak ettikleri ilgiyi görmüyorlar, en azından bizim topraklarda durum bu. Tool, Helmet, NIN gibi ilk akım alternatif rock’dan Deftones gibi ikinci akımın sağlam gruplarına kadar modern rockın bayrak gruplarını sevenler için, türün görece yeraltında kalmış başarılı bir örneğini takibe almak için çok uygun bir albüm “Beggars”.