23 Ekim 2010 Cumartesi

BAD RELIGION – The Dissent Of Men

Bad Religion hakkında daha ne yazabilirim ki. Punk ortamının Iron Maiden’ı ( grupta 3 gitarist var ) diyebiliriz mesela? Orjinal kadronun yeniden bir araya geldiği The Process Of Belief’ten beri eski parlak günlerine döndüklerini yazabiliriz. Vokalci Greg Graffin ( kendisine kısaca “baba” diyebilirsiniz )’in akademisyen Steve Olson ile yazdığı “Anarchy Evolution: Faith, Science, and Bad Religion in a World Without God” adlı kitabın aslında metalkafaların sandığı gibi punk’ın nostaljik bir “geçmiş zaman hikayesi” olmadığını, hala değiştirme ve dönültürme görevine devam ettiğinin kanıtı olduğunu söyleyebiliriz. Tıpkı AC/DC gibi, yıllardır aynı formülle şarkı yapmalarına ve kendi eskilerinden araklamaktan hiç çekinmemelerine ( Unleashed sendromu ) bakarak artık yaşayan efsaneler arasında sayılabileceklerini yazabiliriz. “Hala neden Türkiye’ye gelmedi lan bu herifler” diyebiliriz ( ki elemanların İstanbul’u acaip merak ettiklerini biliyoruz ). Bunları not alıp, The Dissent Of Man’e geçelim. Bildiğimiz gibi, ömrü ara akımların ve trendlerin ömründen uzun olan grupların bir özelliği vardır; trendler bu gruplar el attığında o grubun ruhuna bürünür, onları değiştirmez.. Mesela Sick Of It All bir numetal bestesi yaptığında duyduğunuz yine Sick Of It All’dur, başka bir gruba benzemez ( bkz. Yours Truly albümü ). Monica Bellucci’ye çuval da giydirseniz önce giydiği çuvala değil, dudaklarına bakarsınız. Olmadı. Neyse. Bad Religion, 1983 tarihli Suffer’dan beri aynı formülü kullanmasına rağmen hala kendini dinletiyorsa sırrı burada yatmaktadır. Suffer, No Control, Against The Grain gibi ancak taklidi yapılabilecek klasiklerden sonra BR’da tıkandı, tıkanması da çok normaldi. Ayrılıklar, kavgalar derken grup birçok defa dağılmanın eşiğine geldi ama her seferinde ortalamanın üzerinde bir albümle geri dönmeyi de bildi. Grunge çağını midtempo albümlere hafif hafif alternatifrok sosu katarak ( Stranger Than Fiction ) , Neo-punkçı Offspring-Greenday çağını bol “lalalala”lı singalong bestelerle vokali bi sesçik yükseğe çekerek ( The Gray Race, No Substance ), metalcore’dan screamo’ya her tür ekstrem aksiyonun punk köklü müzikleri ele geçirdiği dönemi üç gitaristle groovy metalkor riflerini melodik punk rak şarkılarının stratejik noktalarına katarak ( New Maps Of Hell, Empire Strikes Back ) atlatmayı başardı. 90’ların başında sadece ölmüş bir türün bayrak grubu olarak biliniyorlardı, bugün herkesin saygı duyduğu bir efsaneler. Fakat şu an fark ettim ki The Dissent Of Man’e geçelim dediğim andan beri henüz albüme dair tek kelime bile etmemişiz, paso efsane mefsane geyiği, grubu metalciye sevdirme çabaları, yazıştayız kısacası.. Aferin. Albüm tıpkı diğer BR albümleri gibi hızlı açılıyor. İlk şarkı için “risksiz, başarılı, tipik BR bestesi” diyebiliriz. “Only Rain”den itibaren anlıyoruz ki BR “Recipe For Hate” günlerini özlemiş, midtempo, sakin vokalli punk rock besteleri ve duygu dolu basit temiz sololar. Hele ki dördüncü şarkının solosundan itibaren “aa rakınrol??” tepkisi verirseniz hiç şaşırmayın. “Post-post modernizm” çağında tüm eğlence sektöründe “retro” kelimesinin en çok kullanıldığı, birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan bu günlerde BR, 50’lerin 60’ların rock n roll numaralarını yedirmiş albümün tam ortasına. Herhalde geçtiğimiz yıl onlar da benim gibi bol bol Teenage Bottlerocket, The Gaslight Anthem ve Calabrese dinlediler  . Ya da şöyle diyelim; gruba dönüşü “Olm valla her istediğimi dayatmıycam lan” cümlesine dayanan Greg babanın country ve rakabili aşkı yavaşça grubu ele geçiriyor. İkinci bir ayrılığa sebep olur mu, önümüzdeki maçlarda görücez. Orjinal kadronun yeniden toplandığı dönemin en yumuşak ve en çok geçmişe dönük albümü bu. Bir nevi orjinal kadro kendi “The Process Of Belief”ini kaydetmiş desek yeridir. müthiş duygusallığı ve sözleriyle “Only Rain”, eskilerden bir klasiğin neredeyse birebir kopyası olan “Won’t Somebody”, açılışta yer alan ve “işte yeni bir BR albümü dinliyorum” dedirten “The Day That The Earth..” ve “Turn Your Back On Me” şimdilik en sevdiklerim. Ama ne de olsa ormanda bir BR albümü tüm basit formülüne rağmen her dinleyişte farklı şarkılarını sevdirmesiyle bilinir.. Bir klasik olmayacak, yılın albümleri listesine girmeyecek, muhtemelen en önemli albümlerinin yanında vasat kalacak. Yine de ne zaman canınız çekse sonuna kadar dinlenecek bir albüm yapmış adamlar.

Ha bu arada “Wont Somebody”den bahsedince hatırladım; BR fanı olmanın en zevkli yanlarından biri de benim için “yeni şarkıların hangi eski klasiklerin upgrade’i olduğunu bulmaca” oynamak. Tabii bu eskiden BR’a “çocuk grubu” muamelesi yapıp sonra 2000’li yıllarda OLGUNLAŞINCA “biz çok severdik zaten yaa” ayağına yatanların oynaması yasak olan bir oyun. Oynarken yakalarsam döner tekme atarım, uçan yepçekle yakarım. Bu kişiler bana antetli kağıtla mektup yazacak ve ortamlarda günah çıkarma cümlesi olarak kullanmaları gereken replikleri yazılı olarak alacak ( bkz. “abi değerini bilemedik”, “abi her şarkısı birbirine benziyo dediklerinde ben punk diye dandik sandım neblim” ). Dağılın. Şaka lan dağılmayın ben ne anlarım yepcekten antetten. Hiyaa! Unagi! ( tribute to Ross Geller ) Taam taam bitti nokta. Git burdan. Svazzzzzşrek! ( ninca yıldızı efektisi ). Hemırtaym. Ays ays beybi.

HEART – Red Velvet Car

Şimdi bu blogda Heart’ın ne işi var diyebilirsiniz. Var kardeşim, işi var. Değeri bu memlekette bi türlü bilinmeyen sevdiğim her grubu burada okuyabileceksiniz. Bu türün adamları bu grubu yeteri kadar yazmadığı için Heart’ı bile burada okuyacaksınız, o kadar. Ben çocuktum, daha müziği daha yeni yeni keşfediyordum ki Brigade albümüyle tanıştım; onlarsa benim doğduğum yıl Dreamboat Annie’yi çıkarmışlardı. Ben “All I Wanna Do Is...” ( Şebnem Ferah coverlardı eskiden bu şarkıyı ) ve “Stranded” ile tanıştığımda onlar zaten hepsi 70’lerde platinyum plak alacak kadar satmış beş tane rock klasiğine imza atmıştı. Tesadüfen paso acid şarkılarının çalındığ Ömer Karaca’nın sunduğuı bir pop programında gruptaki kız kardeşlerin hayat hikayesini de öğrenince gaza gelip bütün eski albümlerini buldum ve o günden sonra da onları dinlemeyi hiç bırakmadım. İşin komiği herkes onları zamanın tozunda kaybolup gitti zannederken onlar hep ara ara yokladılar bizi. Hiç değeri bilinmemiş, bir klasik olmasa da ortalamanın hayli üstünde olan “Jupiters Darling”i çıkardılar. Arada live albümlere imza attılar sırf “bak biz hala ful çekiyoruz ama haberiniz yok” demek için ( The Road Home’u mutlaka dinleyin ya da seyredin ). Bir iki ritim gitar partisyonu dışında geri kalanı akustik olarak kaydedilen “Red Velvet Car” ise Jupiter’den sonra çok çok ileri bir adım. Açılışta yer alan “there You Go” tam giriş giriş parçası. Ardından gelen WTF ( albümde elektrikli tek şarkı ), Queen City ve Hey You ise bence albümün en iyi şarkıları. Kapanışa doğru sıralanan Sand ve Sunflower’da artık kimsenin ful albüm dinlemediği bir çağda hala eski başarılı formülü ( en iyi şarkılardan en az birini kapanışa bırakarak damakta doyumsuz tat bırakmaca ) uygulayan ustalar olduğunu gösteriyor. Bir kere özellikle Wilson kardeşlerin vokal performansı mükemmel. Geri kalan ekip ise işini yapmakla meşgul zira orjinal kadrodan geriye bi tek onlar kalmış durumda. Neredeyse her bestenin ayrı ayrı birer hit potansiyeli taşıması ve her birinin daha ilk dinleyişten sonra dilinize dolanması ise Wilson kardeşlerin hala nasıl bir aşk ile müzik yaptıklarının en güzel kanıtı. Tabii ki ticari anlamda canlı kaydedilmiş akustik bir albüm çıkararak tornadan geçmiş soundlara alışık kulaklara sırtlarını dönmeleri de ayrı bir tebrik sebebi. Çünkü Heart, bu şekilde de hala dimdik ayakta, sorun çoğu insanın bunu görmüyor olması  Bu müziğin saf rock kısmıyla bir bağınız var ise mutlaka dinleyin. Bana “Abi Heart yazmışın yeaa” diye gelenlere bozuk soslu Kızılkayalar burger ısmarlarım, birasına yoğurt katarım, fındıklı votkasına acı biber atarım.

HAIL OF BULLETS – On Divine Winds

İşte death metal’in ikinci baharının gerçek sorumluları geri göndü. Pestilence ve Asphyx’den hatırladığımız o kusursuz ( daha doğrusu tam da death metale yakışacak kadar kusurlu ve hastalıklı ) ve özgün vokaliyle Martin Von Drunen ve Gorefest’in projeden projeye koşan davulcusu Ed Warby’nin çocuğu olan HOB, ikinci albümüyle ilk albümü fersah fersah aşarak çok daha kaliteli bir işe imza atmış. Evet acılı introlar, minör notalarla süslü doom rifleri ( hatta ilk iki Gorefest albümünü andıran leadler bile mevcut ki bu albümde leadlerin unutulmayacak güzellikte olduğunu eklemeliyim ) üstünde gezen gaz nakaratlar yine var; hatta konsept de bu sefer Pasifik’teki Japon – ABD savaşını anlatıyor. Fakat bu sefer çok acaip bir şey başarmış adamlar; bu albüm inanılmaz kolay anlaşılabilen, dinlenebilen ve algılanabilen akılda kalıcı hitlerle dolu bir şaheser. Fanlar şimdiden Operation Z, Gualdalcanal gibi şarkıları klasik ilan etti fakat benim kişisel favorilerim ise kapanışta arka arkaya yer alan Kamikaze ve To Bear The Unbearable. Birisi “gençleri death metale kazanma kılavuzu” diye bir şey var mı diye sorarsa, vereceğiniz ilk cevap bu albüm olmalı. Eğer bir insan herşeyiyle death metali sevecekse, bunu anlamanın tek yolu bu albümü dinletmek kısacası. Dan Swanö ve Ed Warby’nin hünerli ellerinde kaydedilen albümün çok başarılı kotarılmış bütünlüklü bir soundu var, bu konuda da bir adım öteye geçilmiş diyebiliriz. Gerçi özellikle eski klasik dm soundunu sevenler HOB’a burun kıvıracak kadar eski kafalı olabiliyor bazen ama onları o nostaljik talepleriyle başbaşa bırakarak bu müziği “güncelleştiren” ve yaşamasını sağlayan HOB’a şapka çıkarmaya devam ediyoruz. Özellikle teknik death/grind gruplarının bitmek bilmeyen kompozisyonlarından; yeraltından fışkıran oldskull retro gruplarının Autopsy rifflerini tekrar tekrar araklamasından bıktıysanız ve hala, bıkmadan, ısrarla klasik death metali modern bir soundla ve yaklaşımla retro, teknik gibi ekler olmadan icra eden Hail Of Bullets’a mutlaka kulak vermelisiniz. Bana kalırsa yılın en iyi on albümünden biri, ilk üçün de bankosudur.

SPIRITUAL BEGGARS – Return To Zero

Carcass’ın efsane gitaristi Amott’un C sonrası sevdiğim tek işi Spiritual Beggars. Arch Enemy’e hiç alışamadım, sevemedim, neden bilmiyorum. Özellikle Ad Astra albümü ve içindeki mükemmel sololar ile gönüllerimizde taht kuran grup, bir dönem bünyesinde Grand Magus’un kurucu üyelerinden JB’i de vokalist olarak barındırmıştı. Zaten herifin gruba girişi SB’ın daha önce de fazlasıyla feyz aldığı 70’ler sounduna daha derinlemesine girmesine sebep olmuştur. Bu albümde ise vokallerde gitaristi Gus’ı Ozzy Osbourne’a gurbete gönderen Firewind’in vokalisti Apollo var. Starbuck’ın durumu hakkında ise bir bilgim yok, muhtemelen hala taş gibidir, en son The Last Sentinel’de oynadı ama hala seyredemedik arkadaş.. Evet biliyorum çok kötüyüm.

Neyse, Apollo’nun açılıştaki ilk şarkıda kulağa çarpan güçlü sesi ve onunla tezat oluşturan, R’leri bir milim fazla bastıran “İngilizce konuşan Akdenizli” aksanı sizi hem güldürüyor hem de düşündürüyor, yanlış anlamayın herif harika bir vokalist bence. Belki de fazlasıyla vokali öne çıkaran Sabbath’ın Sabotage/MOR dönemini andıran bu beste, tam size “aslında açılış için yanlış seçim olmuş” cümlesini kurduracakken, ardından gelen “Star Born” gibi dev klas şarkılarla grubun ne yapmak istediğini anlıyorsunuz. Bu arada yanlış anlamayın açılış şarkısı bence harika.. Tıpkı ağır ağır hareket edip yavaşça ama sağlam adımlarla harekete geçen bir tren gibi, müziğin ve bestelerin kuvveti albüm ilerledikçe artıyor. Böylece safi bir BS tribute albümü dinlemeyeceğinizi anlayarak rahatlıyorsunuz. Zaten SB’în en güzel yanı BS’ın blues etkilerini attıktan sonraki heavy dönemiyle Monster Magnet’in kıvraklığını çok başarılı bir şekilde birleştirmesi; bu da onları gavurun tabiriyle hem "catchy" hem de "heavy" bir grup yapıyor.. Albümün bünyesinde barındırdığı iki adet balad ise fazlasıyla nihilist ve negatif liriklerine rağmen yeme-yanında-yat tadında. Gerçi her halikarda açılış parçası Lost In YEsterday’den itibaren albüm boyunca oldukça negatif liriklere maruz kalacağını söylemeliyim.. Netteki versiyonlarda bonus track olarak görünen muhteşem Thin Lizzy coverı “Time To Live” ise grubun mottosunun nereden geldiğini göstermesi açısından güzel bir hareket olmuş. Stoner kelimesini duyunca dibi tutan, tavuk göğsüne kazandibi diyen fanatiklere duyurulur.. Bence en iyi SB albümü değil ama, oldukça iyi bir SB albümü. Fanlarının zaten kaçırmayacağından eminim fakat yanında yeni başlayacaklara bir doz da “Ad Astra” yazıyorum.

MANIC STREET PREACHERS – Postcards From A Young Man

MSP diskografisine bakınca iki farklı albüm modeli görürsünüz. Birincisi Gold From The Soul’la başlayan Everything Must Go, This Is My Truth, Lifeblood, Send Away The Tigers gibi albümleri kapsayan pop-Manics. Diğeri ise The Holy bible ile başlayan Know Your enemy ile başarısız bir şekilde devam edip bir önceki albüm Journal For Plague Lovers ile muhteşem bir dönüş sağlayan indie-Manics. Bu listede Generation Terrorists nerede değil mi  Generation Terrorists, grubun bu ayrışmayı henüz net olarak yaşamadığı tek albümdür bana kalırsa, o yüzden burada yok. Guns N Roses’dan arak bir rock ritminin üstünde Morrissey’den kaçmış, Iggy Pop’a öykünen vokalleri, ya da düpedüz bir hard rock bestesinde gospel koroları hiç çekinmeden kullanabilen bu garip adamlar, etkilenimleri bu kadar bariz ve net olmasına rağmen, taklit bile edilemeyecek kadar kendine özgü bir tınıya, sounda, müziğe sahipler, ne kadar garip değil mi? (evet). Neyse dağılmadan albüme dönelim. MSP, Journal ile köklerin indie kısmına saygı duruşunu yaptıktan sonra alelacele yeniden pop kanalına geri dönmüş. Sonuç bu kanaldaki tüm albümlerin en iyi şarkılarını hatırlatan, naif, güzel bestelerle dolu, insanı yormayan bir MSP albümü. Özellikle Send Away The Tigers’daki pop sound, koro vokaller gibi numaraları Everything Must Go kafasında bestelere sarmış ekibimiz. Sonucun kesinlikle Send Away the Tigers’dan çok daha başarılı, This Is My Truth’a yakın olduğunu söyleyebilirim. Albümün sonraki turnelere sarkacak kadar uzun ömürlü besteleri ise bence “Postcards...” ve konuk olarak Echo & The Bunnymen vokalisti Ian McCulloch’ın da yer aldığı “Some Kind Of Nothingness”..Diğer favorilerim ise, “All We Make Is Entertainment”, “Auto Intoxication” ve “The Descent” ( aslında bu da Some Kind kadar başarılı bir şarkı, gizli hit resmen ).. Journal For Plague Lovers ya da bu ise kaderimiz; eğer bir daha Know your Enemy’ler Lfiesblood’lar yaşamayacaksak, biz buna razıyız amirim.

INTERPOL - Interpol

“Turn On The Bright Lights” 2000’li yılların en önemli debutlarından biri olarak tarihe geçti. Eğer böyle bir ilk albüme sahipseniz, sonrasında ne yapsanız ona yaranamayacağınız, insanların yeni olana çok hızla yönelip kendini tekrar edenleri hızla sildiği bir çağda yaşıyoruz. “Antics” ile tempoyu arttırarak bence akıllıca bir adım atmıştı Interpol, Turn ayarında tek bir beste bile yoktu ama grubun fanları için bir devamlılık sözü içeriyordu, güzeldi. Benim anlamadığım şey ise insanların üçüncü albüm “Our Love To Admire”a verdiği tepki. Albüm öküz gibi sattı, ilgi de gördü ama kime sorsan “Interpol’ün eski havası yokbeaaabiii”ydi. Hala dönüp dönüp albüme bakıyorum da, ilk beş şarkısı birbirinden mükemmel olan kaç tane indie albümü dinlediniz lan son on yılda? Bana kalırsa 6. şarkıdan itibaren b side ayarında bestelere geçmeseydi Turn’ün yanına çok rahat koyulabilecek bir albümdü Our Love. Sanki bir yıl sonra, bir kaç iyi şarkı daha yapıldıktan sonra çıksaydı kusursuz olacakmış gibi duruyordu. Misal bu albümde yer alan Success, Always Malaise ve Lights, Our Love’ın 6. ve 7.si olsaydı sonuç mükemmel olacaktı. Grupla aynı adı taşıyan albüm “Success” gibi bir hitle açılıyor ama hemen ardından gelen Memory Serves’de yer alan o yarım bırakılmış harika rif insanı sinirden kudurtuyor. Sanki Banks, şarkıyı tadını tam alamayın diye o şekilde yazmış, nakaratı o yüzden yuvarlamış, size bir gıcığı varmış gibi hissediyorsunuz. Albümde Barricade gibi Success kıvamında belki bir, iki şarkı daha var, gerisi Our Love To Admire’ın ikinci yarısındaki b side hissiyatını aynen devam ettiren şarkılardan oluşuyor. Benim gibi bir Interpol fanıysanız, eliniz mahkum sevecek dinleyecek, dopdonuk bir şarkıdaki vokalin arkasına konmuş ufacık bir eko efektinde bile faide arayacaksınız ( bkz. Always Malaise ). Ben her dinleyişimde her albümde bir not daha düştüklerini fark etsem bile elimde değil, biraz daha fazla seviyorum lan, hastasıyım. Belki bir iki şarkıda ritim sekşın ikilisinin ufak ufak “ne var be biraz da New Order’dan çalsak” kıpraşmaları canlanır da Interpol kendini yenileyen bir albüme doğru yol alır ileride. Yoksa ben bir albüm daha bu şekilde yürüyebileceklerini sanmıyorum.