26 Eylül 2010 Pazar

Ben iyi bilim kurgu izlemeyi özledim diyenlere, eğer kaçırdıysanız; FIREFLY

Joss Weadon'un bugüne kadar çıkardığı en iyi işti, ilk sezondan sonra yayından kaldırılmıştı. Sonrasında yayınlanan Serenity'de harika bir özet filmdi ama o da gözden kaçtı. Kanımca bir klasiktir. Ben bilmiyorum, ben görmedim, ben duymadım kabul etmiyorum. Bilim kurgu seven herkes bir yolunu bulsun, seyretsin. Kaynaklar ekte;

oku
satın al
sipariş gelene kadar dayanamadım

Clive Barker – Kutsanma Ayini / Sacrament ( Oğlak Yayıncılık)

Barker, hani şu aristokrat tipli, HG Wells kılıklı dahi adam işte canım. Seneler önce Kabal’ı dandik bir çeviriyle okuduktan sonra Kan Kitapları’nın ikisi hariç bir türlü diskografisine tamamen girişemediğim, Hellraiser gibi herkesin taptığı ama sadece video kiralanan çağdan bildiği bir klasiğin gerçek yaratıcısı. Hadi benim gibi adamımızı geç keşfedenler için bi ipucu daha, korku delilerinin çok iyi bildiği Candyman de Barker’ın bir kısa romanından uyarlama. Kimilerine göre edebiyat dünyasına gotik ve fantastik öğelerin salt orta dünya karakterlerinden ibaret olmadığını yeniden hatırlatan ve bu öğeleri başarıyla günümüzün modern dünyasına uyarlayan büyük üstat. Diskografiye ilk romanı The Damnation Game’den başlayarak uzun bir süre kendimi Barker’a adamayı planlarken bir raslantı sonucu kelepir olarak bulduğum çeviri versiyonu ile Sacrament ( Kutsanma Ayini ) düştü elime. Gerçek dünya ile onun çok eski günlerinde kalmış efsanelerin içinde kaybolmuş yarı-tanrıların dünyasının iç içe geçtiği; ana kahramanı San Francisco’lu gay bir fotoğraf sanatçısı olan; edebiyatçılığı, yazın üslubu ile korku kültürünün jargonunu çok orantılı bir biçimde harmanlamasından buram burak ustalık kokan çok güzel bir roman Kutsanma Ayini. Yazarın Kan Kitapları döneminden de izler taşımasına rağmen onlara oranla çok daha fazla bu dünyaya dokunan ve bu dünyaya dokundukça da oradan diğerlerine açılan kapıda, romandaki tüm karakterlere deliliğe giden yolları gösteren bir hikaye. Rukenau, Steep gibi fantastik dünyadan kaçmış yan karakterlerin; kahramanımız Will ve onun arkadaşlarının dünyasına paralel geçişleri; tam gelişme kısmının sonlarında ortaya çıkan mükemmel kurt adam efsanesi göndermesi gibi detaylar çok başarılı. Her ne kadar bu ve Galilee yazarın “light” eserleri sayılsa ve bu romanlardan sonra korku edebiyatından koparak salt fanztazya dünyasına girmekle suçlansa da en azından ilk dönem romanlarını sonuna kadar okuma kararı almama yetecek kadar başarılı bir eser Sacrament. King’in artık daha çok macera türüne geçiş yapması, Koontz’un bir çok iyi bir çok kötü eserlere imza atması; sanki tv filmi çekilsin diye roman yazar moda girmesi ve hikaye anlatımı gittikçe zayıflayan Straub’dan ne çıkacağının belli olmaması artık beni endişelendirmiyor. Zira okumam gereken en az on tane Barker romanı var artık listemde 

Max Brooks – Zombi Savaşı ( Doğan Kitapçılık )

Max Brooks, efsanenin yaratıcısı Romero’nun sosyal kaygılı düşük bütçeli filmlere çekilmesinden sonra Zombi muhabbetinin ekmeğini en çok yiyen adam bu sıralar. Adını ilk 2000’lerde “Zombie Survival Guide” isimli kitapla duyuran yazar, Zombi Savaşı’nın 2007’de yayınlanmasından sonra oyun ve film hakları derken yürüdü gitti. Zombilerden kurtulma kılavuzu, okuyanlardan duyduğum kadarıyla olaya çok eğlenceli yaklaşan, Orson Wells’in radyoda canlı yayında “Marslılar geldieee” numarasını hatırlatan bir aksiyonmuş. “Zombi Savaşı” ise, tümüyle kurgusunu “kahraman batı” ve “sovyet hayaletli asya” söylencelerine yani Pentagon’un “şer eksenli” yeni dünya kurgusuna dayandırmış, bu nedenle de büyük paralar harcanarak oyunu ve filmi piyasaya sürülmeye aday bir eser olmuş.

Paranoyaklıkları yüzünden toptan yok olan Kuzey Kore’liler; zombilerin istilasıyla baskıcı rejimin çöküşünü önceden görüp kapitalizmin yeni merkez ülkesi olmayı seçen Castro ve Küba’sı; zombilerden kaçan mülteciler yüzünden kendi aralarında ufak çaplı bir nükleer savaş yaşayan İran ve Pakistan; kitap bu gibi örneklerle dolu. Batı medeniyetinin dışına taşmış herkes, kitap boyunca korkunç hatalar yapıyor, bunların gizlendiği alt metnin üstünde de dünyanın çeşitli ülkelerinden zombilerle karşılaşmış insanlarla yapılmış röportajları okuyorsunuz ( Türkiye yok, merak eden tribüncü varsa ). Şimdi baskın kültürün kendi günahlarını başkalarının çağdışılığını ön plana çıkararak (s)aklamasına alışığız tarihten. Fakat çağ öyle bir çağ oldu ki, günümüzdeki “demokrasi getirme savaşları”nda başta ABD olmak üzere NATO ülkelerinin yasadışı yüzlerce cinayete, katliama karıştığı ortaya çıkmasına ve bugün bu durumun görsel ve sözel iletişim araçlarıyla tüm dünyanın gözü önünde olmasına rağmen, neden bu arkadaşlar hala soğuk savaş dönemi propaganda tekniklerini bir post-apokaliptik öykünün ana omurgası olarak kullanmaya devam eder, bunun arkasındaki maddi manevi motivasyonlar nedir, araştırmak lazım. Zira artık dünyanın “geri kalanı”, dünyanın batıdan göründüğü gibi olduğuna inanmıyor arkadaşlar, buna sadece yarım milyarlık anglo sakson dünyası inanıyor, işin gerçek yüzünde batıda en az doğu kadar kötü kokuyor. Irak’taki işkenceleri, Pakistan’daki sivil katliamları ayyuka çıkmış Amerikan askerinin ya da Gazze’de masum sivillere ateş açan İsrail’li askerin benim için başı açık kadınları sokakta motorsikletlerle kovalayıp yerlerde sürükleyen İran’lı devrim muhafızlarından hiçbir farkı yok. Hepsi aynı. Zira temelde küreselleşmiş dünyada çıkarlar uğruna herkesin her vahşiliği demokrasi adına yapabileceği bu yeni çağda; Rus, İngiliz, ABD ya da Çin ordularının birbirinden farkı olmadığına inanan biri olarak, bu tür ucuz propagandalar düşünülenin aksine bende yapan tarafın daha art niyetli olduğu hissini uyandırıyor.

Elimizdeki materyalin okunabilirliğine gelince, King’e hiç bir edebi yanı yok diyenler artık utanabilirler. Zira Brooks sadece tv jargonu ve ağzıyla, salt filme çekilsin diye bir kitap yazmış, bana kalırsa dışarıdan göründüğünden çok daha iyi bir yazar olan King’e göre yerlerde sürünüyor kendisi. Zombi savaşının virüsün yayılmaya başladığı günden bitimine kadar farklı ülkelerden karakterlerin ağzından röportaj biçiminde anlatılması, orjinal olmasa da kitabın iki ilginç özelliğinden biri. Hikayeler, karakterlerin özellikleri zaten sağdan soldan toplanmış meşhur karakterlerin yansımaları; bir savaş kahramanı, bir deli dahi, bir sıradan asker, bir komutan. Olaya “soldan” bakan Romero’nun feci bir düşüşte oluşu Brooks’a çok kızmama engel oluyor, her halikarda Brooks, fikirlerini savunmasak da, satacak bir formül bulmuş ve onun içini “averaj okura” hitap edecek şekilde doldurmuş, adam işini biliyor. Gelelim hakkını vermemiz gereken ikinci ilginç özelliğe. Brooks zombilerin yanına “onlara özenen taklitçiler” gibi janrda yepyeni bir karakter kazandırıyor; bu karakterler zombi istilasını psikolojik olarak atlatamayıp delirenlerden tutun da onlara özenenlere kadar geniş bir yelpazede seyrediyor. Kitabın zombi antolojisine yaptığı en önemli katkı bu ama bence hak ettikleri kadar çok yer almıyorlar. Sakın kimse kitabın dökümanter tarzını ( Diary Of The Dead ) ve denizde yürüyen zombileri ( Land Of The Dead ) bana örnek göstermesin, her ikisi de Romero’nun çocuklarıdır. Ha zombiler mi? İnanın bana bu zombi romanında en az bahsedilen şey bildiğimiz o eski, normal zombiler. Çünkü aslında bu bir zombi kitabı değil, zombi sosu kullanılmış bir “Independence Day” hikayesi...